1 Şubat 2011 Salı

“NE KADINLAR SEVDİM YOKTULAR”


“NE KADINLAR SEVDİM YOKTULAR”

Gökçe Tuncer

gokcetu@gmail.com


Günün birinde, hayatınızı paylaştığınız karınızın (ya da kocanızın) ortadan kaybolduğunu, bununla da kalmayıp, artık karşı cinsi göremediğinizi fark edersiniz ne yaparsınız? Halil Gökhan’ın son romanı “Erkekler Cennetinde Son Tango”, bir sabah uyandığında karısının sırra kadem bastığını anlayan, ardından da kadınları görememek gibi tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğunu fark eden bir erkeğin, bir yandan karısını arayıp, bir yandan da yakalandığı bu eşi benzeri görülmemiş hastalığın sebeplerini araştırırken yaşadıklarını anlatıyor.

İnsan sahip olduklarının değerini, onları kaybettiğinde mi anlıyor tüm gerçekliğiyle? ‘Olağan’ saydığımız duyularımızdan biri, bir anda uçup gitse, aslında nasıl da ‘olağanüstü’ duyularla donatıldığımızın ayrımına varır mıyız? Görmek dediğimiz olgu, tamamen bir yanılsamadan mı ibaret?
Ya güzellik? ‘Görmek’ olmasa, güzellik kavramı bunca ağırlığıyla saltanat sürebilir miydi insanlığın varoluşundan bu yana? Belki de “Güzellik körler için bir sözcükten ibarettir” diyen filozof haklıydı. Peki ya kadınlar? Onlar aslında sadece erkekler tarafından görülebilen hayaletler miydi?

Romanın, daha ilk satırından insanı içine alan, büyüleyici, şaşırtıcı, merak uyandıran, sorgulatan ama bir o kadar da rahatsız edici atmosferinde sürüklenirken, bütün bu sorular zihnimde taklalar atıyor. Durup dururken, ortada fol yok yumurta yokken karısı kaybolan bir adam çıkıveriyor karşımıza; Halil Gökhan’ın akıcı ve sürükleyici üslubu sayesinde, bu isimsiz erkekle kolaylıkla empati kurup, iz peşine düşüveriyoruz onunla birlikte. Yalnız bir sorunumuz daha var: kahramanımız, karısının aniden ortadan yok oluşuyla eş zamanlı olarak, kadınları göremediğini fark ediyor. Etrafını saran canlı, cansız diğer tüm varlıkları görebiliyorken sadece kadınların ona görünmez olduğunu, kadınları ancak ve ancak ayna, pencere camı, çatal-bıçak veya mağaza vitrinleri gibi yansımalı yüzeylerde görebildiğini algılıyor. Bir tür “yarı körlük” de denilebilecek bu garip durumun neden’ini ve nasıl’ını araştırmaya başlıyor. Sorularına cevap olabilecek tüm kaynaklara başvuruyor usanmadan. Göz hastalıkları uzmanlarından psikiyatrlere uzanan yolculuğunda, rasyonel tıptan medet umamayacağını anlayıp alternatif yollara yöneliyor. Optik biliminden Mevleviliğe, Budizm’den mitolojiye, cam sanatlarından ezoterizme, olağan dışı durumunu açıklayabileceğini düşündüğü tüm alanlarda derin araştırmalara girişiyor.
Sorularına cevap bulmak ve esrarengiz hastalığının nedenlerini keşfetmek için çıktığı bilimlerüstü, gizemlerarası yolculukta, kahramanımız bir süre sonra yeni biriyle karşılaşıyor. Onunla konuşabilen, onunsa dokunabildiği ve sesini duyabildiği tek dişi olan kör bir kadınla. Bu noktada, yepyeni soru işaretleri beliriyor kafasında; nasıl oluyor da kör bir kadın, kadınları göremeyen bir erkeğin, dokunabildiği, hissedebildiği tek kadın olabiliyor? Zamanla ikisi arasında bir ilişki başlıyor; ortak noktaları olan birbirlerini görememek, onları daha da çok birbirlerine yakınlaştırıyor. Ta ki, kahramanımız kendisiyle aynı tuhaf dertten muzdarip Vamos’a rastlayana dek. İşte o andan itibaren hikâye bambaşka bir hızla akmaya başlıyor. Tıpkı, bir konçertonun, her bir bölümünün farklı tempoda oluşu gibi, Halil Gökhan’ın romanı da bir anda tempo değiştiriyor. Yalnız tempo mu, bir anlamda tür de değiştiriyor diyebiliriz. Aslına bakılırsa, romana dair yapılabilecek tek eleştiri belki de bu. Belirli bir ritm ve akış tutturmuşken bir anda başka bir yatağa dökülüveriyor sanki. Ancak bu, bir konçertonun, kendi içinde, bir bölümden diğerine geçişte yarattığı tutarlılık hissini değil de, bir konçerto henüz bitmeden başka bir konçertoya atlanılmış hissini yaratıyor okuyucuda.
Yine de, romanı –bence- pek de baltalamayan bu ufak kusurun haricinde, Halil Gökhan’ın bizi türler arası bir yolculuğa çıkardığını, sinemasal bir anlatımla düşgücümüzü harekete geçirdiğini söylemek yalan olmaz. Öyle ki, satırları bir solukta birbirine bağlarken, kimi zaman felsefi, kimi zaman metafizik, kimi zaman masalsı öğelerle bezenmiş, yarı gerçekçi yarı fantastik bir serüvenin içinde buluyoruz kendimizi. Bir polisiye romanın, “ayrıntıları es geçme, yoksa ipin ucunu kaçırırsın” diye fısıldayan anlatıcısına göz kırpar gibi, açılan her bir sayfada yeni bir ipucu aramanın deli iştahıyla, birbirini kovalayan imgeleri yakalamaya çalışıyoruz. Zaman zaman bu telaşlı koşuyu yavaşlatmaya çalışıyor Halil Gökhan; “biraz dur, biraz soluklan” dercesine, dinden, mitolojiden, edebiyattan, sinemadan alıntılarla bizi dinlendirip düşünmeye davet ediyor.
Bir bakıyoruz, Vamos adlo kahramanının ağzından dökülenler aracılığıyla, görme eylemi üzerine bugüne dek söylenmiş tüm sözlerden damıttığı yeni bir söylem aktarıyor bizlere: “Görmek, bedenin varolma nedeninin başlangıcıdır. Beden gözleri açıkken rüya görür. Görmek açık bir rüyadır. Hepimiz lucid dreaming halindeyiz dünyada. Gözlerimiz açıkken rüya görüyoruz. Bu böyle verildi bize...”
Bir bakıyoruz, çoğumuzun kafasını şu ya da bu şekilde kurcalamış olan, nice masalda, romanda hikâye edilen, kendi yansımasına âşık olan Narkissos’tan günümüze mistik bir simge olagelmiş ‘ayna’ kavramına yepyeni anlamlar yüklüyor: “Ayna bizim dünyamıza kadar sokulmuş bir rüya. Işığın rüyası diyebiliriz. Çoğu kişi aynanın bir geçiş noktası olduğunu düşünür. Tam tersine bir oluşum yeridir ayna. Işık doğru ve yalanları aydınlatır. (...) Ayna da ışığın hem ağlama duvarı hem de fantazya cennetidir. Bizse aynalarımıza sadece simetrik portrelerimize mahkûm birer eşya olarak bakıyoruz.”
Bir an geliyor, günümüz insanının görme ve görülme takıntısına yöneltiyor eleştiri oklarını Gökhan; moda dergileri, televizyon, internet, görüntülü telefonlar ve yazıdan çok fotoğraf barındıran cafcaflı gazeteler tarafından sürekli bir görsellik bombardımanına tutulduğumuz dünyayı, imaj’ın her şey, her şeyin de ‘imaj’ anlamına geldiği çağımızı sorgulatıyor bizlere: “Görüntülere çok güvenemiyordum ve insanın işini gücünü bırakıp –birbirini milyonlarca kez öldürdükten sonra-görünüşüyle uğraşmasını bir türlü anlayamıyordum. Beyaz perdeden cam ekranlara, butik vitrinlerinden törenlere kadar herkesteki o hastalıklı ‘iyi görünme’ telaşı kuşkularımın yüksek düzeylere çıkmasına neden oluyordu.”
Belki çok çabuk, hatta aniden, hiç beklenmedik bir anda bitiveren romanın son paragrafını okurken, Halil Gökhan’ın bize bir rüyalar evreni mi sunduğunu, yoksa aslında bizlerin birer rüyalar evreninde mi yaşadığımızı düşünmeye başlıyorum. Neyin gerçek, neyin ‘sanal’ olduğu karışıyor kafamda. Buda’nın o ünlü Ateş Vaazı’ndan bir bölüm yapışıp kalıyor aklımın bir köşesine: “Göz, yakıcı bir ateştir, biçimler, gövdeler yakıcı birer ateştir; bunları görmekten doğan izlenimler yakıcı birer ateştir.” Öte yandan bir rahatsızlık sineği vızıldıyor beynimde, içime sinmiyor bir türlü romanın böyle bitişi; sanki bir şeyler eksik, sanki bir şeyler var bize henüz söylenmemiş, sanki Halil Gökhan bir sürpriz hazırlıyor bizlere... Ve bir önsezi güvercini fısıldayıveriyor birden kulağıma “bu romanın elbet devamı gelecek” diye...




Erkekler Cennetinde Son tango
Halil Gökhan
Dharma Yayınları, 2009
112 sayfa
8 TL