28 Temmuz 2009 Salı

1999-2009: 10 yıl 4 roman

Şiir sınırlarında YEDİNCİ
Halil Gökhan, şiirin son sınırında YEDİNCİ romanına 1999'da imza attı. Şairlerin nispeten "az" düzyazı, öykü ve "şiir üzerine" yazdıkları bu dönemde YEDİNCİ eleştirmenlerden ilginç tepkiler aldı, fakat genelde sevildi.
Başyapıt olmaya koşan KONUŞAN KADIN
Kapalı ve mahsur kalmış mekanların, kahramanların romancısı olmayı sürdüren Halil Gökhan, KONUŞAN KADIN da "önceki romandan gelen ve sonraki romana giden" kahraman statüsünü başlattı. YEDİNCİ'den gelen alev İpek KONUŞAN KADIN da bu kez başrolü kaptı ve günahlarını da çoğalttı.
Marguerite Duras'a gönül borcu: YENİ SEVGİLİ
Aşk ve ilişki sorunları üzerine antolojilerin yaptığı bir dönemde Halil Gökhan aşk romanı yazmaya karar verdi. "Önceki romandan gelen ve sonraki romana giden" kuralını bu romana da soktu ve Leon Ziya, roman kahramanı Ali Sabah'ın kafasındaki aşka dair soruları daha da karıştıran bir vektör olarak yer aldı romanda.
Muhtemelen bir trilojinin ilk cildi. Belki de ilk sezon. Kitap biterken "bitmeyeceği" anlaşılmıştı. İlk ciltte beliren birçok soru ve karanlık şüphe sonraki ciltlerde kendini bulacak. 10 yılda ve ilk üç romanda gelinen bu kavşakta zorunlu yön Halil Gökhan'ın aynı toprakta bir başka yere gideceğini haber veriyor hanidir. (SPOILER) "Önceki romandan gelen ve sonraki romana giden" kuralı bu romanda bozuldu...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Hemen indir!

İlk 13 sayfayı indirmek için resmi tıkla...

17 Temmuz 2009 Cuma

ECST Kahramanları

Anlatıcı ve kayıp karısı
Yaşamak için sıkı bir bahane kazanmıştım: Karım kayıptı. Daha belirgin, daha seçilen bir kişi gibi hissediyordum kendimi. İlahlar benim karımı seçmişlerdi.

Dr MY
Buda ile beynimi bulandırdığım günlerde uzak bir şehirde yaşayan ve hastalığımdan telefonda bahsedip yardım istediğim bir nörolog arkadaşım MY’den şu mektubu aldım:
Melih A.
Melih A.’nın dediğini yapmadım. Gerçi ona muayene olmayı seçişim haklı şöhreti yüzündendi. Tıp alanındaki şöhreti yüzünden değil elbette, ama ezoterik ilimler ve belki de meslek odasının gözünden kaçırmayı başardığı görme üzerine paramedikal çalışmaları sebebiyle.

A...
“Özür dilerim,” dedim; “bir tür görme hastalığım var, bazı cisimleri çok iyi göremiyorum.”
“Bense körüm,” dedi kadın. “Fark etmediğinizi söylemeyin bana n’olur.”


Vamos
Bar tezgâhına yaklaştım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum, fakat ağzımdan bir tek tek kelime o da iradem dışında çıktı:
“Vamos.”
“Vamos? Buyrun benim,” dedi barmen.

Vahide
Vamos, gözlerime ve şoka girmiş bedenime gülümseyerek baktı.
“Hayır, bu konuşan bir şişme bebek değil; bu kız kardeşim Vahide,” dedi. Bunun üzerine Vahide’nin gülümsemesi ilk başta bana eski bir radyonun cızırtılı sesi gibi geldiyse de o güzel ses çınlayarak yankılandı ve daha da durulaştı.


Şeyh
Küçük şeyh X harfinden çok bir deniz yıldızına benzeyen rahlenin üzerinde açık duran demir kapaklı ve kilitlenebilir kitaptan satırlar okumaya başladığında kim olduğum konusundaki kuşkularımdan ve elbette ki büyük kusurumdan artık haberdardı.


Foto Nadir
Işık üzerime vurdukça şiddetine göre uzayıp kısalan bir objektifin üzerinde çalışıyordu atölyesine geldiğimde. Foto Nadir, vesikalıktan başka iş çekmemiş “fotoğrafçı”, fotocu denmesini istiyordu kendine. Foto Nadir, aynalardan kaçmakla geçen yaşantısında şunu keşfetmişti: Sadece kendi fotoğraflarına bakabiliyordu. Ne var ki fotoğraf makinesinin objektif camına bakamadığından gözleri fotoğraflarında sürekli olarak kapalıydı.

Anita Ekberg
Sanki Fellini’nin Dolce Vita filminden fırlamış Anita Ekberg gibiydi. Ona baktım ve içimdeki aşk susuzluğunun çok azını giderebilecek derecede derince iç çektim.

ECST Sembolleri

Dolce Vitae
Vamos’a bodrumda duvarda asılı olan altın varak çerçeveli aynayı sordum. Vahide’yi daha sonra orada da görecektim. Yüzü çok güzeldi. Karımdan daha güzeldi. Vücudu...

Buda
Ama Buda’nın sözleri, hele hele dinsel yaşantıyı seçtikten sonra kendine en uygun gerçeğe ulaştıktan, aydınlanmaya eriştikten ve dharma’sını bulduktan sonra çıktığı tebliğ yolculuğunda karşılaştığı Brahman keşişlerine ve beş yüz kadar yoldaşına verdiği meşhur Ateş Vaazı hastalığıma ilişkin açık ipuçlarıyla doluydu:

“Dervişler, her şey, her varlık yakıcı, yok edici bir ateştir. Nedir bu şeyler? Göz, yakıcı bir ateştir; biçimler, gövdeler yakıcı birer ateştir; bunları görmekten doğan izlenimler yakıcı birer ateştir; hoşa giden şeyler de, hoşa gitmeyen şeyler de birer yakıcı ateştir. Hoş olan şeyleri de, hoş olmayan şeyleri de görmekten doğan duygular birer yakıcı ateştir. Peki bu yakıcı ateş nereden çıkıyor? Kardeşlerim, bunu size söyleyeyim. Bu ateş istek ve tutku ateşidir; bu ateş öfke ve nefret ateşidir; bu ateş görünümün yanıltıcı alımlığına çekiciliğine kapılmaktan gelen ateştir: Doğum, yaşlanma, ölüm, yas, üzgünlük, mutsuzluk, umutsuzluk felaket bütün bunlar yakıcı birer ateştir."


Mevlevi dergahı
Dergâhın kutlu kapısının arkasında o gözleri bulacağıma inanmıştım. Fikirden zikire, gaipten sahihe bu âlemde kaybolan her cisim ve ses ardında ışıklı bir iz yolu bırakıyordu. Bu yol dergâhın kapısından başlıyordu. Zahiriler dergâhının kapısından.


Fotograf makinesi
Camekânları ortalayan bir yerde tripod üzerine kurulmuş fotoğraf makinesi dikkatimi çekti. Makinenin eski oluşu aklıma Kirlian fotoğrafçılığını getirdi nedense. Yüksek voltaj ve frekansta düşük amperli elektrik alanı yaratılarak canlıların yaydıkları düşünülen bazı biyolojik radyasyonları çeken fotoğrafçılık tekniğiydi bu.

Kadınları gösteren gözlük

Gözlük yine kafamdaydı.
“Dolce Vitae’yi bırakmalısın,” dedi.
“Neden?” diye sordum. Hemen cevap alamamıştım. Sarı-siyah siluetinde bir durgunlaşma baş gösterdi. Neredeyse görüntü silinecek gibiydi. Gözlük takımının bataryası sanırım bitmek üzereydi.


1956 Impala
“Peşimizdeler!” dediğini duydum. Vamos Impala’nın üstünü açtı. Bütün savunma malzemelerimiz bagajdaydı. Bir an bagaj kapağının da açılıp içindekilerin her yere patlamalar içinde saçılacağını sandım.“Sakın arkana bakma,” diye fısıldadı Vamos.

Kadınları görmek kimin cehennemi olabilir? (romanın özeti)


Kadınları görmek kimin cehennemi olabilir?
Bu yetenekten yoksun olarak bir sabah uyanan adam önce karısını bulamaz. Ardından hiçbir kadını…
Kısa zaman içinde kadınları sadece cam ve ayna yansımalarında görebildiğini, ama onlara dokunamadığını, içlerinden sanki bir hayaletmiş gibi geçip gittiğini keşfeder.
Hastalanmıştır besbelli. Önce alternatif bilimlerle de ilgilenen ünlü bir göz doktoruna, daha sonra da bir psikiyatra gider. Nafile. Hasta değildir. Teşhis konamaz. Çok yakın bir nörolog arkadaşı katıldığı bir kongreden ona hastalığını bilimsel olarak açıklamaya çalışır. Bu sırada spritüel âlemin yardımına koşacağını hesaplayıp budizme de kafa yoran kahramanımız haftanın belli günlerinde düzenli bir “kadın” ziyaretine ve ilgisine maruz kalmaktadır.
Derken kör bir kadına dokunabildiğini bulgular. Bu deneyimi ona bağışlayan kadınla konuşurken karşı cinse olan özlemini her anlamda giderir. Hasta bir halde karısını aramaya devam ederken çetin bir yol ve kader arkadaşına rastlar: Vamos.
Aynı hastalıktan mustarip Vamos, kadınları siluet olarak görebilen bir gözlük icat etmiştir ve gene kendi ürettiği bir sıvı sayesinde net olarak da görebilmektedir. Fakat bu sıvının yol açtığı ölümcül bir hastalığa yakalanmışsa da kendini şunu sorar:
“Hangisi daha kötü bir şey: Kadınları görememek mi, onları göremeden ölmek mi?”

Erkekler, Cennet ve Son Bir Tango

Attila İlhan Yengecin Kıskacı isimli hikaye kitabının ön sözünde ‘yazarken, tipleme, olaylama, kurgulama sürecini, 'görselliğin' en uç noktalarına götürmeye çalıştığını netice olarak da romanla senaryo arasındaki farkın görselliğin 'mekanik' değil, 'beşeri' olmasına indirgendiğini söyler. Böylece hikayenin okurla etkileşimi üçüncü boyuta taşınmış olur. O, yine kendi deyimiyle, görsellikten kaçıp formalizme sığınacak yerde, görselliği, hikaye ve romanın metnine taşımayı tercih eden bir yazardır. Büyük usta aslında artık hücrelerimize kadar nüfuz eden görselliğin bir yazar için ne kadar mühim olduğunu anlatmaya çalışır. Herşey artık sadece ses ve görüntüden ibarettir. Kelimelerin varlığını sürdürebilmesi adeta bu birlikteliğin sağlanabilmesiyle mümkündür. Satır aralarından kurtulup zihnimize hükmedebilen yazar sonsuzluğa açılan o kapının anahtarını da bulmuş demektir. Romancı, şair ve editör Halil Gökhan’da Erkekler cennetinde son tango isimli dördüncü romanını bu muazzam birlikteliğin üzerine kurmuş. Aslında ilk kitabından itibaren karşımıza görselliğin hakimiyetine inanan bir yazar olarak çıktı hep. Kelimeleri imgelerin tahakkümünden kurtararak yarattığı atmosferle okuyucuya sinema perdesinin ışığını yansıtmaya çalıştı. Yeni Sevgili’nin bir solukta okunmasının en önemli nedenlerinden biri de buydu şüphesiz. Şimdi Erkekler Cennetinde Son Tango’da yazar bu manada anlatım tekniğini bir adım daha ileriye taşıyor ve kendi estetik bütünlüğü içinde hikayesini kağıda dökerken sinemasal öğelerden mümkün olduğu kadar çok yararlanıyor. Üstelik de bunu okuyucunun kafasını karıştırmadan neyi nasıl anlatması gerektiğini bilerek yapıyor. İlk sayfadan ve hatta ilk satırdan itibaren okuyucuyu hikayenin merkezine yerleştirerek adeta onu öykünün bir parçası haline getirmiş.

"Ne yazık ki o sabah uyandığımda karım yatakta yoktu. Önce inanamadım. Gözlerimi ovuşturdum. Evin her yerine baktım. Sonradan müstakil bir daireye çevrilmiş dubleks evin üst katında kirada yaşıyorduk. Evimiz yılın her günü kıyılarındaki kayıklara ve balıkçılara yurtluk eden büyük bir nehre bakıyordu. Bütün evi dolaştım. Her yere baktım. Onu bulamayınca da sinirlendim, bağırıp çağırdım. Ama nafile.Karım hiçbir yerde yoktu. Sırra kadem basmıştı."

Karısının ortadan kaybolduğunu düşünü rken aslında kadınları görememe hastalığına yakalandığını fark eden bir pencere camı satıcısının hikayesi bu. Eğitimli ve idealleri olan bir adam. Yani mesleği bu değil. Fakat karısıyla kurduğu düzeni devam ettirebilmek için yapmak zorunda olduğu iş bu, çünkü karısına aşık.

"Hiçbir şey hissetmiyordum. Hayatımın en kuytu, derin, karanlık ve sessiz deliğinde yaşıyordum. Dünya gri bir sis bulutundan ibaretti. Açlık, seks, susama, neşe, hobilerim, tutkularım... Hepsi, hepsi bitmişti. Sadece nefes alan bir et yığınıydım. Kalbim olabildiğince yavaş atıyordu.İçimden onun neden gittiğini sormak bile gelmiyordu. Sekiz yıllık sorgusuz sualsiz, kusursuz bir beraberlik. Neden?"

***

"Terk edilişimin üzerinden aylar sonra evimin bütün görüntü yansıtan eşyalarını eskiciye vermiştim. Mutfaktaki çatal bıçakları bile plastik olanlarıyla değiştirmiştim. Televizyon ve bilgisayarı bir akrabama hediye etmiş, metal tepsileri plastik, desenli tepsilerle değiştirmiştim. Yatak odamdaki, banyo ve tuvaletteki aynalar da bir çekiçle kırılarak çöpü boylamıştı."

***

"Kenara kötü günler için ayırdığımız para biteli günler oldu. İş aramam gerek. Umurumda değil. Ellerim ceplerimde yüzyıllık İtalyan stili binaların koridorunda, tramvay raylarının üzerinde yürüyorum. Tramvaylar sağımdan solumdan geçiyor; insanların yüzleri kimsesizliğe açılan birer pencere. Sadece bir erkek kütlesinin aç gözleri bana bakmıyor; adeta yanımda olmayan bir kadını süzüyorlar. Tek başına yürüyen erkeklere bakmaz kimse; yanında bir kadın varsa… Bir an kuşkuya kapılıyorum; bu aç gözler, yanımda göremediğim ve benle yürüyen ama göremediğim dokunamadığım bir kadına mı bakıyorlar."

Kadınları sadece cam ve ayna yansımalarında görebildiğini, ama onlara dokunamadığını, içlerinden sanki bir hayaletmiş gibi geçip gittiğini keşfederek tüm yaşamı alt üst olan sıradan bir adam aslında hikayenin kahramanı. Önce hastalık olarak isimlendirdiği daha sonra gittikçe kanıksayıp kendisi için çok başka bir yolculuğun başlangıcı olarak gördüğü bu tuhaf durumla baş etmeye çalışırken onu merakla izliyorsunuz.

"Korku içinde çığlık atarak uyandığımda başucumda kimse yoktu. Boş bir odadaydım. Van Gogh’un tablolarındaki gibi her yer sarı ve çizgi çizgiydi. Orta kalınlıkta bir fırçayla yapılmış gibiydi her şey. Birden müthiş bir susuzluk baş gösterdi. Doğrulup yatağın bitişiğindeki komodinde duran sürahideki sudan içtim. Bardak nedense konulmamıştı. Bir an içtiğimin, ortada bardak olmadığı için su olmadığına dair bir derin kuşku belirdi bende. Ve karnıma bir ağrı saplandı. Sol kulağımdaki sızı da o anda tekrar başladı. Elimi kulağıma götürünce bir yara bandına dokundu parmaklarım. Hafif bir kan lekesi parmak uçlarımda dans etmişti. Kulağımdaki yaradan akmış olan kan kurumaya yüz tutmuş olmalıydı ki ellerimi ovuşturduğumda leke diğer parmaklarıma geçmedi."

Kelimelerini, yerli yerinde kullandığı imgelerle adeta bir kamera gibi hareket ettiren yazar her satırında okuyucuyu sarsıp şaşırtarak adeta büyük final için hazırlık yapıyor. Fakat öyle görünüyor ki hikaye burada bitmiyor ve belki de Erkekler cennetinde her şey aslında yeni başlıyor.

Aydan Gündüz

Daha önce de Halil Gökhan okumuştum

Daha önce de Halil Gökhan okumuştum. İlk tanışmam, burun kıvırarak başladığım bir kitabı ile olmuştu. Uçakta okuyacağıma söz vermiş, "Nasılsa uçakta unuturum veya okumadan yırtarım" demiştim. Türk yazar okumaktan pek haz etmiyorum. Yazamadıkları için falan değil aman yanlış anlamayın. Eminim mükemmel yazarlarımız var. Sadece iç kararttıkları için. Zaten başımıza ne geldi ise iç kararıklılığından gelmiyor mu? "Bir de gidip bile bile lades olmanın hiç bir anlamı yok" der ve okumam. Uçağa binerken büyük bir unutkanlık göstermiş ve lap-topumu şarj etmeyi unutmuştum. Yani uçakta oynatılacak iki film dışında film seyredemeyecektim. Film seyrederim diye yanıma sevdiğim kitaplardan da almamıştım. Elimi çantama attım ve bakalım okuyacak bir şeyler var mı diye bir dosya çektim. İçinde Halil'in kitabı çıktı. Uçakta film oynatılmasa daha az bir işkence olurdu diyerek ilk sayfayı çevirdim ve okumaya başladım. Hayatımda ilk defa uçakta yemek verildiği için sinir olmuştum. Çünkü birazdan önüme konacak tepsi yüzünden okumaya devam edemeyecektim. Bilmiyorum, oturup her sayfayı bir sonrakine nasıl bağlarım diye tek tek düşünerek mi yazıyor? ama her sayfada "acaba şimdi ne olacak" düşüncesinden kendimi alamıyordum. Daha önce bana "Karamsar ama umut dolu, karanlık ama apaydınlık, öfkeli ama dingin bir hikaye nasıl yazılır" diye sorsaydınız herhalde size "Yürü len, olmaz öyle şey" derdim. Ama Halil’in yazdıkları işte aynı böyle. Bir hikâyeyi iki boyutlu olmaktan çıkartıp, sonsuz boyuta taşıyabilen, Yarattığı dünyayı size her açıdan gösterebilen bir yazar. Ve şimdi de elini "Evrensel konulara" attı. Bakalım başımıza daha neler gelecek. Tekrar kalemine sağlık. Bir ara benim kitabı da bir elden geçirelim. Sevgiler ve sonsuz tebrikler. NOT: Başıma gelecekleri bildiğim için bu sefer uçağa binmeyi beklemedim okumak için. Çünkü uçakta yemek yemeyi çok seviyorum.

AYKUT OĞUT

Lettres sur les aveugles (Görenler için Körler Hakkında Mektuplar)

Lettre sur les aveugles Denis Diderot (1713-1784)

Partie 1
Je me doutais bien, madame, que l'aveugle-né, à qui M. de Réaumur vient de faire abattre la cataracte, ne nous apprendrait pas ce que vous vouliez savoir ; mais je n'avais garde de deviner que ce ne serait ni sa faute, ni la vôtre. J'ai sollicité son bienfaiteur par moi-même, par ses meilleurs amis, par les compliments que je lui ai faits ; nous n'en avons rien obtenu, et le premier appareil se lèvera sans vous. Des personnes de la première distinction ont eu l'honneur de partager son refus avec les philosophes ; en un mot, il n'a voulu laisser tomber le voile que devant quelques yeux sans conséquence. Si vous êtes curieuse de savoir pourquoi cet habile académicien fait si secrètement des expériences qui ne peuvent avoir, selon vous, un trop grand nombre de témoins éclairés, je vous répondrai que les observations d'un homme aussi célèbre ont moins besoin de spectateurs, quand elles se font, que d'auditeurs, quand elles sont faites. Je suis donc revenu, madame, à mon premier dessein ; et, forcé de me passer d'une expérience où je ne voyais guère à gagner pour mon instruction ni pour la vôtre, mais dont M. de Réaumur tirera sans doute un bien meilleur parti, je me suis mis à philosopher avec mes amis sur la matière importante qu'elle a pour objet. Que je serais heureux, si le récit d'un de nos entretiens pouvait me tenir lieu, auprès de vous, du spectacle que je vous avais trop légèrement promis !

Le jour même que le Prussien faisait l'opération de la cataracte à la fille de Simoneau, nous allâmes interroger l'aveugle-né du Puisaux : c'est un homme qui ne manque pas de bon sens ; que beaucoup de personnes connaissent ; qui sait un peu de chimie, et qui a suivi, avec quelques succès, les cours de botanique au Jardin du Roi. Il est né d'un père qui a professé avec applaudissement la philosophie dans l'université de Paris. Il jouissait d'une fortune honnête, avec laquelle il eût aisément satisfait les sens qui lui restent ; mais le goût du plaisir l'entraîna dans sa jeunesse : on abusa de ses penchants ; ses affaires domestiques se dérangèrent, et il s'est retiré dans une petite ville de province, d'où il fait tous les ans un voyage à Paris. Il y apporte des liqueurs qu'il distille, et dont on est très content. Voilà, madame, des circonstances assez peu philosophiques ; mais, par cette raison même, plus propres à vous faire juger que le personnage dont je vous entretiens n'est point imaginaire.

devamı

ECST Nasıl Ortaya Çıktı?

Romanın ilk notları....
Taslak fikirler (tretman)
Korku bilgelik
Kör kadın (kör olmadığı sonradan anlaşılır…)
Lettre sur les aveugles Denis Diderot
Adamın kadınları görememesi ve aynalardan görebilmesi bir çete tarafından kullanılır…
KAMERA GÖRÜR, öyleyse ben de görebilirim….
Sokakta kamera ile gezme…
Travma sonrası kadınları göremez. Travma anne ölümü, sevgilisin karısının terk etmesi.
Doktora gider... Kadın bir doktor... Göz mütehassısı... Doktor soğukkanlılıkla karşılar..
Saç tellerinden kadınların olduğunu anlar. Saç tellerini görebiliyordur...
Kadınlarla ilgili bir işte çalışmaktadır. İşini kaybeder.
Aynaların tarihini incelemeye başlar.
Aynanın kırılmasının birçok kültürde 7 yıl uğursuzluk getirdiğini öğrenir.
Sokakta, işyerinde ve sosyal hayatta küçük aynalar ve pencere camları yoluyla kadınları gözlemler.
Eve gelen kadınla ilişki bir seks boyutu kazanır. Kadının kimliğine dair objeler toplar:....
Osmanlı döneminde bir tekkede ayna üzerine bir hikaye öğrenir:....
HER ŞEYİ GÖREN GÖZ (Amerikan USD üzerindeki üçgen göz)