17 Temmuz 2009 Cuma

Erkekler, Cennet ve Son Bir Tango

Attila İlhan Yengecin Kıskacı isimli hikaye kitabının ön sözünde ‘yazarken, tipleme, olaylama, kurgulama sürecini, 'görselliğin' en uç noktalarına götürmeye çalıştığını netice olarak da romanla senaryo arasındaki farkın görselliğin 'mekanik' değil, 'beşeri' olmasına indirgendiğini söyler. Böylece hikayenin okurla etkileşimi üçüncü boyuta taşınmış olur. O, yine kendi deyimiyle, görsellikten kaçıp formalizme sığınacak yerde, görselliği, hikaye ve romanın metnine taşımayı tercih eden bir yazardır. Büyük usta aslında artık hücrelerimize kadar nüfuz eden görselliğin bir yazar için ne kadar mühim olduğunu anlatmaya çalışır. Herşey artık sadece ses ve görüntüden ibarettir. Kelimelerin varlığını sürdürebilmesi adeta bu birlikteliğin sağlanabilmesiyle mümkündür. Satır aralarından kurtulup zihnimize hükmedebilen yazar sonsuzluğa açılan o kapının anahtarını da bulmuş demektir. Romancı, şair ve editör Halil Gökhan’da Erkekler cennetinde son tango isimli dördüncü romanını bu muazzam birlikteliğin üzerine kurmuş. Aslında ilk kitabından itibaren karşımıza görselliğin hakimiyetine inanan bir yazar olarak çıktı hep. Kelimeleri imgelerin tahakkümünden kurtararak yarattığı atmosferle okuyucuya sinema perdesinin ışığını yansıtmaya çalıştı. Yeni Sevgili’nin bir solukta okunmasının en önemli nedenlerinden biri de buydu şüphesiz. Şimdi Erkekler Cennetinde Son Tango’da yazar bu manada anlatım tekniğini bir adım daha ileriye taşıyor ve kendi estetik bütünlüğü içinde hikayesini kağıda dökerken sinemasal öğelerden mümkün olduğu kadar çok yararlanıyor. Üstelik de bunu okuyucunun kafasını karıştırmadan neyi nasıl anlatması gerektiğini bilerek yapıyor. İlk sayfadan ve hatta ilk satırdan itibaren okuyucuyu hikayenin merkezine yerleştirerek adeta onu öykünün bir parçası haline getirmiş.

"Ne yazık ki o sabah uyandığımda karım yatakta yoktu. Önce inanamadım. Gözlerimi ovuşturdum. Evin her yerine baktım. Sonradan müstakil bir daireye çevrilmiş dubleks evin üst katında kirada yaşıyorduk. Evimiz yılın her günü kıyılarındaki kayıklara ve balıkçılara yurtluk eden büyük bir nehre bakıyordu. Bütün evi dolaştım. Her yere baktım. Onu bulamayınca da sinirlendim, bağırıp çağırdım. Ama nafile.Karım hiçbir yerde yoktu. Sırra kadem basmıştı."

Karısının ortadan kaybolduğunu düşünü rken aslında kadınları görememe hastalığına yakalandığını fark eden bir pencere camı satıcısının hikayesi bu. Eğitimli ve idealleri olan bir adam. Yani mesleği bu değil. Fakat karısıyla kurduğu düzeni devam ettirebilmek için yapmak zorunda olduğu iş bu, çünkü karısına aşık.

"Hiçbir şey hissetmiyordum. Hayatımın en kuytu, derin, karanlık ve sessiz deliğinde yaşıyordum. Dünya gri bir sis bulutundan ibaretti. Açlık, seks, susama, neşe, hobilerim, tutkularım... Hepsi, hepsi bitmişti. Sadece nefes alan bir et yığınıydım. Kalbim olabildiğince yavaş atıyordu.İçimden onun neden gittiğini sormak bile gelmiyordu. Sekiz yıllık sorgusuz sualsiz, kusursuz bir beraberlik. Neden?"

***

"Terk edilişimin üzerinden aylar sonra evimin bütün görüntü yansıtan eşyalarını eskiciye vermiştim. Mutfaktaki çatal bıçakları bile plastik olanlarıyla değiştirmiştim. Televizyon ve bilgisayarı bir akrabama hediye etmiş, metal tepsileri plastik, desenli tepsilerle değiştirmiştim. Yatak odamdaki, banyo ve tuvaletteki aynalar da bir çekiçle kırılarak çöpü boylamıştı."

***

"Kenara kötü günler için ayırdığımız para biteli günler oldu. İş aramam gerek. Umurumda değil. Ellerim ceplerimde yüzyıllık İtalyan stili binaların koridorunda, tramvay raylarının üzerinde yürüyorum. Tramvaylar sağımdan solumdan geçiyor; insanların yüzleri kimsesizliğe açılan birer pencere. Sadece bir erkek kütlesinin aç gözleri bana bakmıyor; adeta yanımda olmayan bir kadını süzüyorlar. Tek başına yürüyen erkeklere bakmaz kimse; yanında bir kadın varsa… Bir an kuşkuya kapılıyorum; bu aç gözler, yanımda göremediğim ve benle yürüyen ama göremediğim dokunamadığım bir kadına mı bakıyorlar."

Kadınları sadece cam ve ayna yansımalarında görebildiğini, ama onlara dokunamadığını, içlerinden sanki bir hayaletmiş gibi geçip gittiğini keşfederek tüm yaşamı alt üst olan sıradan bir adam aslında hikayenin kahramanı. Önce hastalık olarak isimlendirdiği daha sonra gittikçe kanıksayıp kendisi için çok başka bir yolculuğun başlangıcı olarak gördüğü bu tuhaf durumla baş etmeye çalışırken onu merakla izliyorsunuz.

"Korku içinde çığlık atarak uyandığımda başucumda kimse yoktu. Boş bir odadaydım. Van Gogh’un tablolarındaki gibi her yer sarı ve çizgi çizgiydi. Orta kalınlıkta bir fırçayla yapılmış gibiydi her şey. Birden müthiş bir susuzluk baş gösterdi. Doğrulup yatağın bitişiğindeki komodinde duran sürahideki sudan içtim. Bardak nedense konulmamıştı. Bir an içtiğimin, ortada bardak olmadığı için su olmadığına dair bir derin kuşku belirdi bende. Ve karnıma bir ağrı saplandı. Sol kulağımdaki sızı da o anda tekrar başladı. Elimi kulağıma götürünce bir yara bandına dokundu parmaklarım. Hafif bir kan lekesi parmak uçlarımda dans etmişti. Kulağımdaki yaradan akmış olan kan kurumaya yüz tutmuş olmalıydı ki ellerimi ovuşturduğumda leke diğer parmaklarıma geçmedi."

Kelimelerini, yerli yerinde kullandığı imgelerle adeta bir kamera gibi hareket ettiren yazar her satırında okuyucuyu sarsıp şaşırtarak adeta büyük final için hazırlık yapıyor. Fakat öyle görünüyor ki hikaye burada bitmiyor ve belki de Erkekler cennetinde her şey aslında yeni başlıyor.

Aydan Gündüz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder